Korkmuş ve Boşvermiş Adam = Mutsuz Adam

Ne zaman bu kadar şımardık, şımarttık birbirimizi bilmiyorum ama bu durum bende anlamsız bir mutsuzluk yaratıyor. Her şeye bir boşver düşüncesi benliğimizin derinliklerine kadar inmiş durumda. Hatta bu o derece derinlerdeki, görmek için gerçekten çok uğraşmak gerekiyor. Belki de içten içe, hayatı kaçırdığımız için sıkılıyoruz.

Bu sıkıntının bir tek bende olmadığını düşünüyorum zira aynı sıkıntıyı herkesin yüzünden okuyabiliyorum. Bir şey yapmak lazım ama ne? Bu soruyu çoğunlukla bakışlarla, nadiren de konuşarak ifade ediyoruz.

Şımarıklık kısmına gelecek olursak, durumu ben şöyle açıklıyorum. Hepimiz kendimize iyi kötü bir sosyal çevre kurmayı başardık ve bir şeylerin farkına vardık, yol katettik kendimizi ve birbirimizi tanımak yolunda. Bu kısmı zaten herkes için çok keyifliydi, Kordon'a gidip oturmak bile çok büyük bir keyifti. Soru şu: Kordon aynı Kordon, bizim arkadaşlığımız ise eskisine oranla çok daha iyi ve samimi bir durumda. Peki o zaman niye eskiden bu kadar keyifli olan bir aktivite hiçbirimiz için cazip değil şu anda? Bu noktada bir boşverme mekanizması devreye giriyor. Yapılabilecek ve eğlenceli olabilecek aktivitelerin çoğunu doğrudan boşveriyoruz. Kendimizi neden yeniliklere bu kadar kapatıyoruz? Burada işte durum şımarıklıktan ve kibirden ibaret bence: "Ne yapacam ya ben zaten yaptım onları." Oysa hangimiz dağa tırmandı? Hangimiz gecenin bir vakti lunaparka sarhoş kafayla gidip delicesine eğlendi? Hangimiz dalış yaptı? Hangimiz yamaç paraşütü yaptı?

Eğer bu boşvermeyi sadece insan ilişkileri üzerinden inceleyecek olursam çok önemli bir noktayı atlamış olurdum. Bir yandan da okuduğumuz bir fakülte var. Adının bile insanları korkutmaya yettiği bir fakültede okuyoruz. Kendi adıma bu durum bilinç düzeyinde bir korku etkeni değil ama derinlerde bunun beni korkuttuğunu biliyorum. TUS var, sürekli stajlar sürüp gidiyor sürekli bir çalışma halinde olmamız lazım; ama ben şahsen içimde bütün bu iğrenç monotonluğa dayanacak gücü bulamıyorum. Çünkü ne zaman kendimi bu monotonluğa teslim etmeye kalksam içimden o kadar sıkılıyor ki ders çalışmak doğrudan yalan oluyor. Saygıdeğer hocalarımızsa bizi bu konuda çok destekliyorlar. Şahsen Deniz hoca bize: "Kendimi size emanet etmekten korkuyorum." dedi. Ben burada bu lafın doğruluğunu tartışmayacam. Bu lafla ilgili önemli olan nokta, bu ve benzeri lafların 1,5 sene sonra hekim olacak bizlerin cesaretini kırması. Zaten derinlerde bir yerde kocaman bir korku varken bu korkuyu bu tip laflarla daha da büyütmek bence hocaların yaptıkları bir masturbasyondan öte bir şey değil. Bu korkunun daha da büyümesi benim içimi daha çok sıkmaktan iteye geçemiyor. Çalışmaya sevk etmiyor, sadece içimdeki hayata dair enerji kırıntılarının kalanının da yol olmasına sebep oluyor. Diyorum kendi kendime: "Hakkaten 1,5 sene sonra bu mesleği icra ediyor olacam, TUS var. Benim işi gücü bırakıp ders çalışmam lazım." Hemen ardından cevap veremediğim bir soru geliyor: "Hangi şevk ve enerjiyle?"

Bütün bunları kendimde gözlediğim şeylerden, Yoldaş ve Esin'le yaptığımız muhabbetlerden yola çıkarak yazdım. Şu an kendimi rahatlamış hissediyorum; çünkü içimdeki anlamsız sıkıntının sebebini buldum galiba ve çözüm de önümde duruyor. Hayata dair heyecanımı kaybetmişim. Yeni insanlarla tanışmaya ve yeni deneyimler yaşamaya ihtiyacım var. Çünkü biliyorum, kendimi ne zaman zorla bir aktivitenin içine atsam sonrasında mutlu oluyorum. İyi ki yapmışım diyorum. Bunu yapmaya yine başlayacam ve gidip tamamen farklı insanlarla tanışacam. İçinde aynı sıkıntıyı taşıyan herkese de aynı şeyi yapmasını öneriyorum. Benim izlediğim düşünsel sürece katılsa da katılmasa da denenmeli en azından bence...

Disconnected


"look at the dead outside my window

wonder what's on their mind

why do they run?

they all seem to have a mission

but then they cry themselves to sleep..."

Sabahları evden çıkıp okula gitmek gibi sıradan bir ritüel bile aslında muhteşem bir gözlem alanı. Geçtiğimiz haftaların birinde bunun farkına varabildim. Her zamanki gibi "cep telefonunun gıcık alarmı ile uyan, duşa gir, duştan çık, giyin, bir şey unuttun mu diye kontrol et" şeklindeki sıralamam ile güne başladım, bayıklığın tanımı yeniden yazılıyor, evet. Velhasıl kendimi sokağa güç bela atıp, "sabah müziği"m ile ıslık çala çala okul yoluna koyulmuştum. Buraya kadar her şey normal. Sonra Bornova Metro'ya geldim, yine her zamanki gibi. Fakat tam metronun Bornova'ya vardığı ana denk geldiğim için yerin altından gayzer misali fışkıran insan kümesi beni karşıladı bu sefer, ki aslında bu da normal. Ters giden şey şuydu, karşılaştığım görüntü beni bir anlığına ürpertti. İnsanlar nasıl bir telaşla, acele ile sağa sola koşturuyor yalebbim. Ne kendilerinin, ne etraflarının farkındalar. Gidecekleri o "çok önemli" yere, işe geç kalmamak için önlerine çıkacak her şeyi parçalayacaklar sanki. Güdümlü füze gibiler; duygusuz, hedefe kitlenmiş.

İşin acı tarafı şu sanırım, ben de belki kaç sabah o yaşayan zombi grubunun arasındaydım da farkında değildim. Belki de kaç gün yanı başımda o gayzer fışkırıyordu da görmedim bile, dalgınlıktan ya da aceleden. Yani şunu demeye getiriyorum, aslında hepimiz aynı bokun soyuyuz da, bazılarımız bazen daha çok farkına varıyor bir şeylerin, ya da kendini daha çok kaptırıyor sorgulamadan.

Oysa sabahları o taze havayı ciğerlere doyasıya çekmek var... Kliniğe 5 dakika geç kalmayı göze alıp, evin önünde sizi karşılayan oyun arkadaşı arayan tahminen 2 aylık o sahipsiz gibi görünen köpek yavrusu ile oynamak var... Bunlar insana zombi olmadığını, yaşadığını hissettiriyor, iyi geliyor.

O köpeciğe sesleniyorum, sahibinin olmadığına emin olsam yeminlen kaçırırdım seni olm.

Dönüşüm


Gecenin geç bir vakti köye vardı, K. Köy karlara gömülmüştü. Şatonun bulunduğu tepeden iz eser yoktu ortada; sis ve zifir karanlık tepeyi kuşatıyor, büyük şatoyu ele veren en sönük bir ışık seçilmiyordu. K. anayolu köye bağlayan ahşap köprüde uzun süre dikildi, gözlerini kaldırıp aldatıcı boşluğa baktı.

Ardından geceyi geçireceği bir yer aramak üzere yürüdü; ancak orada niye bulunduğu konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. Nasıl geldiğini biliyordu; ama orada bulunma sebebini kendisine bir türlü izah edemiyordu. Aynı sosyal saçmalıkları her gün, her gün ve her gün gözlemekten yorulmuştu. Gözlem yeteneği gayet iyi olsa da artık oradan alabileceği bir şey olmadığını hissediyordu. İçine girmeyi hiç istemeyeceği, girse bile böyle olabileceğini hiç tahmin etmediği, sosyal bir saçmalığın tam ortasına düşmüştü. 2 hafta boyunca en az birer gün olmak üzere yaşadığı o ruhsal iniş çıkışlar tam manasıyla ebesini sikmişti. Artık iyiden iyiye psikiyatıra gitme kafasına gelmişti, en alakasız olaylardan bile çok alakasız etkilenebiliyordu. Hangi durumda ne hissetmesi gerektiği konusunda en ufak bir fikri bile yoktu.

Bir çıkış yolu olmalıydı, kendisini bu kapalı çevrede hapis etmeyecekti zira sosyal becerilerini kullanabileceği ve geliştirebileceği çok daha iyi ortamlar olduğunu biliyordu. Artık kendisini bulunduğu ortamına ait hissetmiyordu. Orası onun için bitmişti, alacağını almış, göreceğini görmüştü. Yeni bir yerler olmalıydı. Derken bir gün bir e-mail geldi. Bir topluluk üye alıyordu ve bu topluluğun profili tam da ona istediği çıkış yolunu sunuyordu. İlk toplantıya uçarak gitti resmen. İçinde tatlı bir heyecanla. Kısa bir mülakatın ardından nasıl bir görev verileceği konusundaki maili daha sonra alacağını öğrendi. Bir de anında yapılacak olan 2 aktiviteden haberdar oldu. Biri hemen ertesi gündü: Efes gezisi....

Arkadaşını da alıp gitti. Kendisini çok iyi hissediyordu. Hem kendini ait hissettiği ortamdaydı hem de en iyi arkadaşlarından birisi yanındaydı ve bu durum özgüvenini çok güzel etkilemişti.
Hemen insanlarla tanışmaya ve sıhbet etmeye başlamıştı. Allahım bunu yapmayı ne kadar da çok özlemişti. Arkadaşı da ona sürekli bunu söyleyip duruyordu. Kısa sürede baya bir insanla muhabbet etmişti. Kendisini gayet iyi hissediyordu; ama özellikle bir kişi onu etkilemişti. Bu his hoşuna gitmiş olacak ki ona yakınlaşma ihtiyacı hissetti. Sıra beklerken biraz muhabbet etti onunla ve adını yakın arkadaşlarının birinden duydu. Onunla muhabbet etmek için uygun anı bekliyordu; ama bu sırada onun çok da hoşuna gitmeyecek bir takım gelişmeler oldu. Resim çekilmeye başladılar. Bu seremoniyi çok iyi biliyordu, kendisi de zamanında bin kere yapmıştı; ama artık ona anlamsız geliyordu. Aynı şeyleri tekrar tekrar görmenin yarattığı kızgınlık, üzüntü karmaşık bir duygu durumuna sokmuştu onu. Bütün enerjisi bir anda gidivermişti sanki. Açtı ve güneş tepeden vurdukça beynini kızartıyormuş gibi hissediyordu. Bu durumdan kendisini çıkaracaktı, nitekim yaptı da...

Bulduğu ilk uygun fırsatta çok güzel bir muhabbet çevirdi, hatta kendisi bile kendisine şaşırmıştı bir yerde. İki tarafında keyif alıp birbirine çaktırmadığı bir durum sezinlemişti. Artık hislerine güvenmeyi öğrendiği için yanlış da olsa bunun peşinden gidecekti. Olumlu elektrik almıştı ve bunu devam ettirecekti. Arada yapılan bir iki kısa muhabbetten sonra gezi bitti ve ayrılma faslında gruptan ayrıldıktan bir dakika sonra fark etti ki onsa güle güle dememişti. Geri döndü ve ona güle güle dedi. Yanında bir başka adam vardı o sırada. Adama da güle güle demişti ardından ama anlaşılan o ki güle güle demesi adamın hoşuna gitmemişti. Derken ayrıldı ve evine gitti.

Bu kısa günün kârı tanışmalar iyi gelmişti. Arkadaşının evine vardığında kendisini önemli bir görevi tamamlamış gibi yorgun ama güçlü hissediyordu. Son hatıladığı şey kanepeye uzandığıydı...










Voyage Voyage



"buy me a trip to the moon
so i can laugh at my mistakes..."


Merhaba okuyucu. Blog tutma mevsimi oldukça verimli geçmiş sanırım benim için. Blog hastalığı bir meyve daha verdi çünkü "Rayze Rayze" diye ama bu sefer ona hem analık hem de babalık yapacak değilim. Yiitan'la aşkımızın, kafa karışıklığımızın meyvesi. "Hadi çocuk yapalım, şey blog olm yani" dedim, tamam dedi, yaptık oldu. Onu giydirecek süsleyecek olan da o olacak. Ben ise girizgahı yapma gerginliğini üstlenen adam rolüne soyundum şimdilik.

"Neye benziyo lan bu blog, konu ne" diyecek olanlara ilk olarak "Lan'lı Lun'lu konuşmayın alırım olm aklınızı..." demek ister deli gönül. Tema şu, biz bir yerlere gideceğiz (Çeşme'ye, Mars'a, bakkala, alt komşuya... Skala geniş), o gidiş bize bir şeyler öğretmiş olacak, biz de gelip bunu paylaşacağız. Yani "hayat çok acayip lan :.(" diye çığıracağız ama tematik olacak. Yoksa hayat acayip yani, bunu herkes biliyor. Beğenmediniz mi? Olsun, ben yine de sizi seviyorum len.

Böyleyken böyle... ben şimdilik topu no-look pass ilen Yiitan'a atıyor ve huzurlarınızdan çekiliyorum.